MERKEZ ADANA ŞUBE ANKARA ŞUBE ANTALYA ŞUBE BURSA ŞUBE DENİZLİ ŞUBE DİYARBAKIR ŞUBE ESKİŞEHİR ŞUBE GAZİANTEP ŞUBE İSTANBUL ŞUBE İZMİR ŞUBE KOCAELİ ŞUBE MERSİN ŞUBE SAMSUN ŞUBE TRABZON ŞUBE

· 

GENEL

· 

SMM

· 

ÜYELİK İŞLEMLERİ

· 

MİSEM

· 

EMO E-POSTA

· 

FERDİ KAZA SİG.

· 

İMZA YETKİSİ

· 

ENERJİ VERİMLİLİĞİ

· 

SORUN SÖYLEYELİM

· 

ENERJİ KİMLİK BELG.

· 

ENAZ (ASGARİ) ÜCRETLER

· 

YAPI DENETİM

· 

E-İMZA

· 

MESLEKİ SORUMLULUK SİGORTASI

· 

LPG SORUMLU MÜDÜRLÜK

· 

EMBK

· 

KVKK

GÜNEY GÖNENÇ KONFERANSI DÜZENLENDİ: “NİÇİN SANAYİLEŞEMEDİK,YENİLİKÇİ, YARATICI BİR TOPLUM OLAMADIK?”


HABER


 
Hocaların Hocası Güney Gönenç anısına, 02 Aralık 2014 Salı günü “Niçin Sanayileşemedik, Yenilikçi, Yaratıcı Bir Toplum Olamadık?” konulu konferans EMO Konferans Salonu’nda gerçekleşirildi. Kolaylaştırıcılığını Elektrik Elektronik Mühendisi Haşim Aydıncak’ın yaptığı, açılış konuşmasını Prof.Dr.Haluk Tosun’un yaptığı etkinlikte Makina Yüksek Mühendisi H.Aykut Göker “Niçin Sanayileşemedik, Yenilikçi, Yaratıcı Bir Toplum Olamadık?” sorusuna yanıt aradı.
 

Toplantının açılışını EMO Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Tufan Teziş yaptı. Teziş şunları söyledi; "Burada Güney Gönenç Hocamızı anmak için çok fazla video gösterisi yapmayı uygun bulmadık onun yerine onu anlatacak bir söyleşiyi daha uygun gördük. Haşim Aydıncak arkadaşımızı kolaylaştırıcı olarak görev yapacak, Haluk Hocam ve Aykut Hocam aramızda. Güney Gönenç`in en yakın arkadaşlarından, onlardan dinlemek istedik."

EMO Ankara Şubesi Üyesi Haşim Aydıncak da açılışta şunları söyledi; "Hoşgeldiniz iyi akşamlar. EMO`nun güzel bir etkinliğinde sizlerle birlikte olmaktan mutluyuz, katılım için hepinize teşekkür ediyorum. Yitirdiğimiz değerleri anmak için vesileler yaratıyoruz. O anmaları genelilkle onların özellikleriyle yaraşır yapmaya çalışıyoruz. Güney Gönenç bu amaçla yaptığımız bir etkinlik. Güney Hoca`yı uğurlarken ‘Hep Aramızda Olacaksın` demiştik. Güney Hoca`yı bizlere anlatacak olan Haluk Hocamla açılış konuşması yapmak istiyoruz. Arkasında Aykut Hocam bize sunumunu yapacak. Güney Hoca`ya yakışır bir buluşma yapacağız. Öncelikle Haluk Hocama söz vermek istiyorum."

Prof.Dr. Haluk Tosun yaptığı konuşmada şunları söyledi, "3 yıl önce yitirdiğimiz Güney Gönenç Hocamız pek çoğumuzun üniversiteden hocası, kimimizin sevgili arkadaşı, bazılarımızın yazdığı yazılarla tanıştığı çok yönlü devrimci 21. yüzyıl aydınıydı. Edebiyatı özellikle şiiri çok severdi. Bilim insanıydı mühendisti. Halk müziğiini, Klasik Türk ve Batı müziğini, üst düzey üslup yetkinliğiyle bilir anlar ve icra ederdi. Türkçenin tutkunuydu. Güzel konuşur güzel yazardı. Çağının yakın tanığı olan Güney Hoca sosyalist bir dünya içinde mücadelenin içinde tüm varlığıyla vardı. Odamıza çok yönlü katkıları yıllar içinde hep sürdü. EMO yönetimleri ona her zaman sahip çıktı. Onu sevdi saydı ve ölümsüzlüğünü yaşatmak için 3 yıldır yıldönümlerinde andı. İlk iki yıl Güney Hocamızını çok yönlü kişiliğini konuştuk, ortak anılarımızı derin özlemimizle özetledik. Bu yıl gelecek yıllar seminer panel şekilde anılması onun hep aramızda olduğunu pekiştirmek için yoğun çalışmalar oldu. Bu yıl işte böyle bir toplantıda bir araya geliyoruz. Konuşmacımızı Sayın Aykut Göker. İTÜ mezunu yüksek makine mühendisi. Yaşamı boyunca emek mücadelesinde bulunmuş bir sosyalist. Emekliliği sonrası önemli ve yararlı projelerde etkin rolleri var. Türk Teknik Elemanları Derneği Başkanı olarak uzun yıllar örnek çalışmalar yaptı. Askeri rejimlerde çeşitli gözaltılar ve baskılar yaşadı. Cumhuriyet gazetesinde Bilim ve Teknik Dergisi`nde köşe yazılarıyla görüşlerine yer veriyor. Biz sanayileşmeyi niye yapamadık? İyi başlangıçlar yapsak da devamını neden getiremedik? Neden Aykut Hoca sizi dinliyoruz."

Açılış konuşmalarının ardından Makina Yüksek Mühendisi H.Aykut Göker "Niçin Sanayileşemedik, Yenilikçi, Yaratıcı Bir Toplum Olamadık?" başlıklı sunumunu yaptı. Aykut`un sunumu şöyle;

         Yeni sorulan bir soru değil.

         Özellikle 1960`lı yıllarda solda, entelektüeller arasında çok tartışıldı.

         Nedenler, mirasçısı olduğumuz Osmanlı`nın üretim tarzında, toplum yapısında ve Avrupa ile olan ilişkilerinde arandı.

Tartışmalarda öne çıkan ana neden

         Kapitalist Avrupa kendi iktisadî sisteminin doğasına uygun bir dünya sistemi kurmuştu.

         Sistemin belirleyici özelliği, gelişmişlikte geri kalan ülkelere dayatılan ilişkilerin  onların toplumsal gelişmelerinin önünü kesmesiydi.

         Osmanlı`da da böyle olmuştu...

         Türkiye Cumhuriyeti de iktisadî sistem konusunda yaptığı siyasî tercih nedeniyle bu ilişkiler çemberinin dışına çıkamamakta ve geri kalmışlık zincirini kıramamaktaydı.

Yeniden sorgulama gereği...

         Ancak, 60`lı-70`li yıllardan bu yana yaşanan dünya deneyimi, Türkiye`nin durumunun yeniden sorgulanması gerektiğini göstermiştir.

         Çünkü, 50`li yıllarda, Türkiye ile karşılaştırılabilir durumda olan bazı ülkelerin sanayileşebildiklerine tanık olunmuştur.

         Bunlar da, kapitalizmin dünya sistemi içinde yer almış olan ülkelerdir.

Görülen gerçek I...

         Bir kez daha görülmüştür ki, kapitalist sistem içinde kalarak da ‘sonradan` sanayileşebilmek mümkündür.

         Ama bu giderek daha da zorlaşıyor.

         Çünkü kapitalizmin dünya sisteminde önde koşanlar arkadan gelenlerin yetişmelerini engellemek için ne mümkünse yaparlar.

         Buna rağmen sanayileşmeyi sonradan başaranlar olmuştur; oluyor da...

Görülen gerçek II

         Yine net olarak görülmüştür ki, sanayileşebilmek her şeyden önce

        yenilikçi-yaratıcı bir toplum olabilmek; ve bununla eş zamanlı olarak

        bilim ve teknolojiyi geliştirebilme yeteneğini kazanmakla mümkündür.

         50`li yıllardan sonra sanayileşen ülkeler de temelde bunu başarmışlardır

Sorulması gereken asıl soru:

Biz niçin yenilikçi-yaratıcı, bilim ve teknoloji geliştirebilen bir toplum olamadık?

İşin özüne inip sorulması gereken budur...

Yenilikçi-Yaratıcı Toplum...

Yenilik (inovasyon), bir iktisat terimi olarak,

         Bilimsel ya da teknolojik bir bilgiyi yeni bir ürüne, yeni bir üretim yöntemine, yeni bir hizmet ya da sisteme...

dönüştürmek demektir.

         Yenilikçi-yaratıcı toplum bunu becerebilen toplumdur.

Yenilikçiliğin olmazsa olmaz koşulu

         Yenilikçi toplum gereksindiği yeni  teknolojileri de kendisi üretebilmelidir.

         Elbette, çağımızda teknolojinin ana kaynağı olan bilimi de...

         Bilim ve teknolojide yetkinlik yenilikçi toplum olabilmenin olmazsa olmaz koşuludur.

kültürel miras meselesi

         Bilimde, teknolojide ve yenilikçilikte yetkinlik ise kültürel miras meselesidir...

         Kuşaktan kuşağa devredilen bir kültürün - bilgi ve deneyim birikiminin- ürünüdür

Kültür` deyince

‘Kültür` kavramı,

toplumların öğrenme ve öğrendiklerini gelecek kuşaklara aktarma kapasitelerine dayanan bilgi ve deneyim birikimlerini

ifade eder.

Toplumda böyle bir ‘bilgi ve deneyim birikimi`  nasıl ortaya çıkar?

‘Kültür` nasıl oluşur ?

         Sosyolog Behice Boran`ın, 40`lı yıllarda yaptığı tespit konuya açıklık getiriyor:

         "Kültür, karşılıklı insan ilişkilerinin, topluluk faaliyetlerinin ürünüdür; ancak karşılıklı insan ilişkileri, faaliyetleri çerçevesinde görüldüğü takdirde kültür olayları özüne uygun ve doğru olarak anlaşılabilir."

‘İnsan ilişkileri`...

         Boran`ın kastettiği ‘insan ilişkileri`, "insanın doğal çevre ile / doğa ile ilişkiye girişmesinden doğan, insanlar arasındaki ilişkilerdir / ilişki sistemleridir. ...[Bunlar] iş bölümü, mülkiyet ilişkileri, üretim organizasyonu ilişkileridir [üretim ilişkileri]."*

Biz kimin mirasçısıyız?

Şimdi soralım:

         Türkiye Cumhuriyeti, hangi kültürün mirasçısıdır?Hiç kuşkusuz, Osmanlının... Bilimde de, teknikte de...

         Ya Osmanlı kimin mirasçısıdır?

         O da hiç kuşkusuz İslâm`ın; ama kurulduğu XIV. yüzyıldaki İslâm kültürünün mirasçısıdır.

Bölüm I

Bilimde Devraldığımız Miras

ve

Geldiğimiz Nokta

Bilimdeki üstünlüğün Avrupa`ya geçişi...

         Eğer İslâm doğa bilimlerinde XI. yüzyıldaki üstünlüğünü sürdürebilseydi, Osmanlılar da bu üstünlüğün mirasçısı olacaklardı.

         Ancak, 1085`te Toledo ve 1091`de Sicilya Müslümanların elinden çıktıktan sonra, bilimdeki üstünlük, Hıristiyan Avrupa`ya geçti.

İslâm`ın doğa bilimlerinden kopuşu

         Sonrası biliniyor:

         Yunan biliminin Avrupa`da XVII. yüzyıla kadar süren egemenliği...

         Sonuçta da Copernicus, Galileo, Kepler, Descartes ve Newton`ın öncülük ettiği bilim devrimi...

         Hıristiyan Avrupa`da aklın mutlak zaferi...

         Ne var ki, bu ilerlemeler olurken İslâm, XII. yüzyıldan başlayarak, doğa bilim ve felsefesiyle, ve aklı esas alan düşünce sistemiyle olan bütün bağlarını kopardı.

         Kopuşu, Arap coğrafyasında, Endülüs`ten çekilmeyle başlayan ticaret ve kentleşmedeki gerilemeye bağlayanlar vardır.

         Ama asıl, akılcı felsefeden gelmesine rağmen, daha sora bu düşünce sistemini reddeden İslâm filozofu Gazâlî`nin (1058-1111) öğretisi, dinsel dogmanın XI. yüzyıldan başlayarak İslâm`ın düşünce ufkuna egemen olmasında ve İslâm`ın doğa biliminden kopmasında belirleyici olmuştur.

         Kopuşu, Arap coğrafyasında, Endülüs`ten çekilmeyle başlayan ticaret ve kentleşmedeki gerilemeye bağlayanlar vardır.

         Ama asıl, akılcı felsefeden gelmesine rağmen, daha sora bu düşünce sistemini reddeden İslâm filozofu Gazâlî`nin (1058-1111) öğretisi, dinsel dogmanın XI. yüzyıldan başlayarak İslâm`ın düşünce ufkuna egemen olmasında ve İslâm`ın doğa biliminden kopmasında belirleyici olmuştur.

Osmanlı`nın düşünce sistemi...

         Osmanlı`nın düşünce sistemini de İslâm`ın akıl yolundan kopma döneminin kültürü belirlemiştir.

         Osmanlı`nın devlet anlayışı ve bu anlayışa dayanan yönetim ideolojisi de devraldığı dinsel dogmaya dayanan düşünce sistemini pekiştirdi, kurumlaştırdı.

Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak diyor ki

"Osmanlı İmparatorluğu, kendi devlet anlayışı istikametinde geliştirdiği yapısının çok tabiî bir tezahürü olarak, kendine uygun bir şekilde dogmatikleştirdiği Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ve kendi pratik ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda bir düşünce ortamının oluşmasını teşvik etmiştir."...[bu düşünce sisteminden] ayrılmamaya yüzyıllar boyu itina göstermiş ve her türlü ayrılma teşebbüslerini ağır bir şekilde cezalandırmıştır..."

Ve Ocak ekliyor:

"Osmanlı İmparatorluğunun merkeziyetçi yapısının çok tabiî bir sonucu olarak medreseler, ...Osmanlılarda genellikle bürokrasiye eleman yetiştiren kurumlara dönüşmüş, ulema da bürokrasinin bir parçası hâline gelmiş... ...son devirlere kadar bu konumu hiçbir şekilde değişmemiş... ...merkezî yönetimden bağımsız[laşamamıştır].

"İlim ve düşünce ancak bu sınırlar içinde ve devlet hizmeti için söz konusu olmuş[tur]..."

İsmail Hakkı Uzunçarşılı da...:

Uzunçarşılı da Osmanlı`da medresenin durumunu net olarak ortaya koyar. Ona göre:

 "Davud-ı Kayserî (ö.1350), Molla Fenarî (1350-1431), Hızır Bey (ö.1549), Ali Kuşçu (ö.1474), Hoca-zâde Muslihuddin Mustafa (ö.1488), Molla Hüsrev (ö.1480), Hayalî Şemseddin Ahmed (ö.1470), Sinan Paşa (ö.1486), Molla Lütfi (ö.1495) Osmanlı medresesinin kökleştiği XIV, XV ve XVI. yüzyıllardaki âlimler kuşağının en ünlülerindendi."

Ve Uzunçarşılı ekler

"Kayserî`nin yolunu izleyen Molla Fenarî`den sonra gelen isimler, Fenarî`nin kurduğu mektebe mensuptular. ...Molla Fenarî` ise Şeyhü`l ulema İmam Fahreddin Râzî`ye mensuptu . "...Osmanlıların medrese teşkilâtında da bu mektep esas olmuştu."

Biliniyor: İmam Fahreddin Râzî (1149-1209), Sünnî inanca bağlı Eş`ari mektebindendir ve aynı mektebe mensup Gazâlî`nin etkisinde kalmış; aklı reddeden bir kelâmcıdır.

Ulema ve Osmanlı üst bürokrasisi

Sayılan âlimlerin ve onlardan sonrasının neredeyse tamamı Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak`ın işaret ettiği gibi, müderrislikten başka, ‘kadılık`, ‘şeyhü`l-islâmlık` ve hattâ ‘vezir-i âzamlık` gibi,  üst düzey bürokratik görevlerde de bulunmuşlardır.

Yâni Osmanlıda medrese de devlet yönetimi de aklı dışlayan düşünce sisteminin -dinsel dogmanın- egemenliğindedir.

İki çarpıcı örnek

Osmanlı`nın akıl yoluna uzak düşmesinin doğurduğu sonuçlara ilişkin iki çarpıcı örnek:

         İstanbul Rasathanesi...

         Dârülfünûn`un kuruluş öyküsü...

Takiyüddîn el-Râsıd`ın Rasathanesi

         1577`deİstanbul Rasathanesi`ni kuran Takiyüddîn el-Râsıd çağdaşı ve çağımız bilimine uzanan yolun öncü isimlerinden biri olan Danimarkalı astronom Tycho Brahe (1546-1601) ayarında bir gökbilimciydi.

         Takiyüddîn el-Râsıd Osmanlı için bir şanstı.  Ama Osmanlı, 1580`de padişah emriyle rasathaneyi yerle bir ederken neyi yok ettiğinin farkında bile değildi.

         Halil İnalcık`ın teşhisiyle* söylersek bu "bağnazlığın zaferiydi."

Yeni rasathane?

         Osmanlı yeniden bir rasathane kurmaya, ancak XIX. yüzyıl ortalarına gelindiğinde ihtiyaç duymuştur.

         Ne var ki, 1868`de kurulan Rasathane-i Amire de 12 Nisan 1909`da (31 Mart Vak`âsı) isyancılarca tahrip edildi.

         Bunun yerine 1911`de Fatin Hoca`nın kurduğu rasathane ise 1925`e kadar sadece meteoroloji gözlemleri yapmıştır.

‘dârülulûm değil ‘dârülfünûn`...

         Dârülfünûn, ad olarak, Tanzimatçıların ulemayı ürkütmemek için ‘dârülulûm (ilimler evi)` yerine ‘dârülfünûn (fenler evi)` sözcüğünü yeğledikleri Batılı anlamdaki ilk üniversitemizdir.

         Kuruluşu, Bologna, Paris, Oxford ve Montpellier üniversitelerinin kuruluşundan ≈ yedi yüzyıl sonraya, 1800`lü yıllara rastlamaktadır.

         Bunca gecikmeye karşın, Dârülfünûn`da sürekli eğitime, ilk fikrin ortaya çıkışından 55 yıl sonra; ancak 1900 yılında başlanabilmiştir.*

Osmanlı`dan kalan bilim mirası...

         Koskoca bir imparatorluktan Türkiye Cumhuriyeti`ne, Dârülfünûn gibi, Batı`da üniversitenin kuruluşundan 700 yıl sonra, XIX. yüzyıl tamamlandığında öğretime başlayabilmiş bir bilim kurumu ve bu kurum bilimde ne düzeydeyse(?) o düzeyde bir bilim kültürü miras kalmıştır.

"Hayatta en hakikî mürşid ilimdir."

         Osmanlı`dan bilimde böylesine çorak bir kültür ortamı devralan Türkiye Cumhuriyeti`nde, Atatürk`ün ortaya koyduğu "Hayatta en hakikî mürşid ilimdir." ilkesi aslında, ‘kültürde yörünge değiştirme` olarak tanımlanabilecek köktenci bir atılımı simgeler.

Hayatta en hakikî mürşid ilimdir."

         Osmanlı`nın düşünce dünyası din merkezli bir yörünge çizer.

         Atatürk bu ilkeyle merkeze ‘bilimi`, ‘aklı` oturtmak istemiştir.

         Bu, Aristoteles`in yer merkezli kozmoloji sistemi yerine Copernicus`un güneş merkezli sistemini geçirmek kadar zor bir işti.

         Atatürk`ün ‘devrim` ya da ‘inkılâp` olarak nitelenen, siyasal ve toplumsal alanlardaki köktenci müdahaleleri o zor işi -dogma yerine aklı merkez alan bir düşünce evreni kurmayı-  başarmak içindir.

Karanlığa dönüş...

         Ne var ki, o köktenci müdahalelere rağmen, 40`lı yılların ikinci yarısında, bilim ve eğitim ortamında yıkım ve karanlığa yeniden dönüş başlamıştır:

        Üniversitede yaşanan 40`ların, 50`lerin karanlığı,

        1960 askerî müdahalesindeki 147`ler olayı,

        12 Mart ve 12 Eylül`ün karanlığı...

belleklerdedir.

40`ların ve 50`lerin karanlığı...

Karanlık Zamanların Şarkısı/Güney Gönenç...

         30`lu yıllarda çok sayıda Alman bilim insanı faşizmin karanlığından kaçmaktadır. "Atatürk`ün yönlendirmesiyle ve milli eğitim bakanları Reşit Galip, Saffet Arıkan ve Hasan Âli Yücel`in çabalarıyla" onlara Türkiye`nin kapıları açılmış; 200`den fazla bilim insanı genç Cumhuriyet`in  aydınlığına sığınmıştır.

         Türk üniversitesi için bu bir yeniden doğuştur.

         Ama bu bilim insanları, 40`lı yıllara gelindiğinde, sığındıkları ülkenin karanlık güçlerince geri püskürtüldüler...*

 

         Alman bilim insanlarıyla aynı dönemde üniversiteden uzaklaştırılan, bizim de, son derece yetkin bilim insanlarımız  vardır...

         Onların içinden, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Nabi Dinçer, İlhan Başgöz, Mübeccel Kıray, Azra Erhat, Agop Dilaçar gibi bilim insanlarımızın bir bölümü yaşamlarını yurtdışında sürdürecek ve bilim dünyasında büyük saygınlık kazanacaklardır...*

         Alman bilim insanlarıyla aynı dönemde üniversiteden uzaklaştırılan, bizim de, son derece yetkin bilim insanlarımız  vardır...

         Onların içinden, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Nabi Dinçer, İlhan Başgöz, Mübeccel Kıray, Azra Erhat, Agop Dilaçar gibi bilim insanlarımızın bir bölümü yaşamlarını yurtdışında sürdürecek ve bilim dünyasında büyük saygınlık kazanacaklardır...*

         Gönül verdiği üniversitesinden ilk üç isimle birlikte uzaklaştırılan bir bilim kadınıysa, yurdundaki karanlığa olan isyanını giderek yükseltecek ve o karanlığa karşı verilen toplumsal mücadelede öne çıkan bir isim olacaktır: Sosyolog Behice Boran...

Üniversitenin bunca parlak bilim insanından ‘arındırıldığı` 40`lar karanlığını izleyen 50`lerin karanlığında ise, dışlananların yerini, yine Almanya`dan davet edilen, ama Nazi Almanya`sıyla uyum sağlamış, hattâ Nazi Partisi`ne üye olmuş bilim adamları almıştır...

Ve temel eğitimde başlayan yıkım...

         40`ların, 50`lerin karanlığı yalnızca üniversitede değil temel eğitim kurumlarında da yaşanmıştır.

         Nüfusunun ezici çoğunluğu köyde yaşayan genç Cumhuriyet`in eğitimdeki bir avuç öncü kadrosu, cehaletin kırsal kesimden başlayarak üstesinden gelinebilmesini sağlayacak özgün bir eğitim kurumu yaratmıştı: Köy Enstitüleri...

         Köy Enstitüleri`nde yakılan ışıklar da, 40`lı yıllarda köreltilmiş; 50`li yıllarda bütünüyle söndürülmüştür.

Kent varoşlarına taşınan karanlık...

         50`li yıllarda başlayan, köyden kente göç dalgasının yol açtığı büyük toplumsal altüst oluşta, kırsal kesim, baş başa bırakıldığı cehaleti de kendisiyle birlikte kentlerin varoşlarına taşımıştır.

         Köy Enstitüleri`nin yok edilmesinin, bugün toplumu saran kültürel geriye dönüşteki rolü kesinlikle yadsınamaz.

Temel eğitimde dogmanın tırmanışı...

         Temel eğitimde dinsel dogmayı esas alan okullaşmanın tohumları da 40`lı yıllarda atılmıştır.  İmam-hatip kurslarıyla başlayıp 50`li yıllarda imam-hatip okullarının kurulmasıyla devam eden bu süreç giderek hızlanmış; 12 Eylül ortamında tırmanışa geçmiştir...

         Ve sonuçta da, Sünnî akideye bağlı siyasî İslâm,  2002`de iktidarı devralmıştır

Bilimde kötü mirasa dönüş...

         2002`den bu yana ülkeye hâkim olan iklim bilim için elverişsiz bir iklimdir.

         Bin güçlüğe rağmen belli üniversitelerde boy atmaya başlayan bilim disiplinlerini de kökünden kurutacaktır.

         Hâlâ geleceğe yönelik sanayileşme hayalimiz varsa, bilelim ki, o hayali gerçekleştirmenin olmazsa olmaz koşulu olan bilim temeli çöktü çökecek...

Bölüm II

Teknikte / Teknolojide /Sanayide

Devraldığımız Miras

ve

Geldiğimiz Nokta

Sanayi Devrimi ve Osmanlı!

         Rönesans`ın (XIV-XVII. yüzyıllar),

         Bilim Devrimi`nin (XVI. yüzyıl...),

         Aydınlanma Çağı`nın (XVIII. yüzyıl)

uzağına düşen Osmanlı,

         Sanayi Devrimi`nin de (XVIII-XIX. yüzyıllar) farkına bile varmamış; yarattığı kültürün çok uzağına düşmüştür.

1913-1915 Sanayi Sayımı...

         Osmanlı`nın sanayide ve teknolojide geldiği noktayı

            1913, 1915 yılları sanayi sayım sonuçlarında*

            görmek mümkündür.

         O sayım, Osmanlı`nın sanayi ile ilgili, ciddîye alınabilecek  bir bilgi ve deneyim birikimine, dolayısıyla da herhangi bir teknoloji yeteneğine sahip bulunmadığının belgesidir. Genç Cumhuriyet`e kalan sanayi mirası bir hiçtir.

Genç Cumhuriyet ve Sanayi Hamlesi...

         Siyasî bağımsızlığını pekiştirmek için iktisadî güç arayışındaki genç Cumhuriyet`in önemli meselelerinden biri ülkede fabrika kur[dur]mak, imal etmeyi öğrenmekti.

         Genç Cumhuriyet`in kadroları sanayi planı yaptılar. Büyük ölçüde de uyguladılar.

         Sanayi hamlesine "çağın ilim ve fennine" egemen olmaya yönelik devlet politikası eşlik etti.

Genç Cumhuriyet ve Sanayi Hamlesi...

         Siyasî bağımsızlığını pekiştirmek için iktisadî güç arayışındaki genç Cumhuriyet`in önemli meselelerinden biri ülkede fabrika kur[dur]mak, imal etmeyi öğrenmekti.

         Genç Cumhuriyet`in kadroları sanayi planı yaptılar. Büyük ölçüde de uyguladılar.

         Sanayi hamlesine "çağın ilim ve fennine" egemen olmaya yönelik devlet politikası eşlik etti.

"Çağın ilim ve fennine" egemen olmak...

Bu ilkenin en çarpıcı örneği, 1925`te uçak sanayiini kurmaya karar verilmesi ve ardından atılan adımlardır.

O adımlardan en önemlisi, uçak ilim ve fennine egemen olmak için 1941`de verilen stratejik karardır.

...O stratejik karar uyarınca

         1941‘de, Yüksek Mühendis Mektebi`nde uçak mühendisliği dalı açıldı;

         1940`ların başında uçak fabrikası, ortalarında motor fabrikası kuruldu;

         1947`de aerodinamik araştırmalar için Ankara Rüzgâr Tüneli`nin yapımına başlandı...

Rüzgâr tüneli, o zamanki Türkiye`nin, uçak yapımında kendi özgün tasarımını geliştirme ve bunu başarabilmek için de ARGE`ye yönelme kararlılığının bir göstergesidir.

Ne var ki!...

         40`lı yılların ikinci yarısında, uçak yapma konusundaki kararlılık tavsadı...

         50`li yıllara gelindiğinde bütünüyle vazgeçildi;

         Kurulan iki fabrika işlevsizleşti;

         Rüzgâr Tüneli işletmeye bile açılamadı...

Dahası, Türkiye kendisini teknolojide sıçratacak; geleceğini güvenceye alacak savunma sanayiini kurmaktan da vazgeçti.

Karartılan sanayileşme tutkusu...

         40`lı yılların ikinci yarısından başlayarak yok edilen gerçek anlamıyla sanayileşme tutkusuydu.

         Daha da önemlisi, fabrika kurma fikriyle "çağın ilim ve fennine" egemen olma vizyonu arasındaki bağ koparıldı.

ABD ile yapılan iki anlaşma!...

         Sanayileşme tutkusunun karartılmasında Truman Doktrini uyarınca 12 Temmuz 1947`de ABD`yle imzalanan "Türkiye`ye Yapılacak Yardım Hakkında Antlaşma" ile

         Marshall Planı çerçevesinde 4 Temmuz 1948`de yine ABD ile imzalanan "Ekonomik İşbirliği Anlaşması" katalizör görevi  görmüştür.

ABD`nin önerdiği üç "altın formül"...

         Senin silah yapmana gerek yok; ben sana yardım faslından sağlarım. Askerinin kaşık çatalı bile benden...

         Sen bayındırlığa önem ver. Karayolu yap. Yol makinaları benden...

         Sen tarıma önem ver. Traktör, biçer döğer benden...

Bu "üç altın formülü" öneren ABD`dir.

Ama gönül rahatlığıyla kabûl edip sanayileşmekten vazgeçen Türkiye Cumhuriyeti`dir.

60`lı yıllar: yeniden ateşlenen sanayileşme umudu...

         Türkiye 60`lı yıllarda uyanır gibi oldu. Sanayileşme meselesi ve planlama yeniden gündeme geldi; önem kazandı.

         60`lı-70`li yıllar, özel sektör imalat sanayiinin devletin koruyucu kanatları altında yümesine ve bu sürece paralel olarak da sanayi burjuvazisinin yükselişine tanık olduğumuz yıllardır.

Yükselen Sanayi Burjuvazisinin Dar Boğazı...

         Yeni bir sınıf olarak yükselişe geçen sanayi burjuvazisi belli bir sermaye birikimine sahip olmuştur ama ilk kuşağın aileden gelen sanayicilik deneyimi yoktur.

         Karşısındaysa, kapitalizminin dünya sisteminin çarklarını çeviren, en az iki yüz yıllık bilgi ve deneyim birikimine sahip bir sanayi burjuvazisi vardır.

Yükselen Sanayi Burjuvazisinin Stratejik Seçimi...

         Böyle bir burjuvazi karşısında, bütün deneyimsizliğiyle, kendi egemenlik alanını belirleyerek var olabilme arayışında olan Türkiye`deki yeni sınıf, kendisi için ilâhları kızdırmayacak güvenli bir yol bulmanın peşindedir.

         O yolu bulmuştur da... Rekabet ederek değil işbirliği yaparak, olası rakibi yanına ortak alarak pazara giriş...

         Sonuçta, yabancılarla ortak olunup onların lisansıyla imalata başlanmıştır...

         İmalatta yetkinleşmeyi öğrenirken bir yandan da kullanılan teknolojiyi özümseyip onu geliştirme yetkinliğini de kazanmak yerine, gereksinilen teknolojiyi dışardan transfer etme ya da bu meseleyi, teknoloji üstünlüğünü elinde tutan yabancı ortağa bırakma yolu seçilmiştir.

Yaşasın Cunta / Yaşasın Neoliberalizm!...

1980`li Yıllar / Özallı Yıllar:

         Sanayi burjuvazisinin, yaptığı stratejik seçim doğrultusunda kapitalizmin dünya sistemine tam anlamıyla eklemlendiği yıllardır...

         Giderek hızlandırılan özelleştirmelerle, kamu kesimindeki yetkin kadroların eritilişi ve sanayileşmede katalizör görevi görecek bir seçeneğin yok edilişi bu sürece eşlik etmiştir.

90`lı yıllar / sanayiciye rağmen sanayici için!...

         Yurtsever kadroların, değişen siyasî ortamdan yararlanarak, ulusal ölçekte izlenmesini öngördükleri bilim ve teknoloji politikalarını siyasî otoriteye kabûl ettirip uygulatmaya çalıştıkları yıllardır.

         Ülkede ilk kez, ARGE`yi teşvik için kapsamlı destek programları yürürlüğe konmuştur...

Ama ne yazık ki, sanayide izlenen genel çizgide ciddi bir değişiklik olmamıştır!...

...ama bizim de bir sanayimiz var!

2000`li yıllara gelindiğinde tespit şudur:

         Sanayileşemedik, sanayi toplumu olamadık ama, kapitalizmin bütün bir dünya coğrafyasına yayılan tedarik zincirleri üzerinde konumlanmış bir imalat merkezi olduk!...

Evet hem de yetkin bir imalat merkezi!

Teknoloji gücünü elinde tutan yabancı ortakların verdiği

        Spesifikasyonlara uygun olarak,

        Teknoloji yoğun girdi ve komponentleri de yine onlardan sağlayarak,

        Onların markaları altında,

        Öngördükleri kalite ve sürede,

        Kabûl edilebilir buldukları fiyatlarla

imalat ve ihracat yapabilen bir merkez...*

Ancak!

         Bu imalat merkezinin sürdürülebilirliği pamuk ipliğine bağlıdır... Çünkü:

         Uluslararası tedarik zincirlerindeki imalatçı konumumuza bağlı olarak, yaratılan toplam değerdeki payımız çok az...

         Aslan payını, teknoloji gücünü elinde, tedarik zincirini denetiminde tutan yabancı ortak alıyor. 

         Ve yabancı ortak her an coğrafya değiştirebilir; bu esnekliğe sahip!

Sonuç Yerine...

Peki, gelecek için hiç umut yok mu?

[Ne olacak bu sunuşun sonu?]

Yanıt 2000`li yıllarda...

         Ama önce 2000`li yıllara nasıl geldik, onu anımsayalım:40`lı yılların ikinci yarısından başlayıp 2002 Kasım`ına kadar olan süreçte,özelikle merkez sağ iktidarların siyasî liderleri ve dayandıkları iktisadî güç odakları,

         dinî duyguları güçlü olan bir toplumu,

savundukları iktisadî-siyasî sistemi sürdürebilmenin güvencesi olarak görmüşlerdir

Yanlış hesap...

         O nedenledir ki, merkez-sağ için, Osmanlı`dan devralınan Sünnî inanç kültürünün, Cumhuriyet`in ortaya koyduğu temel ilkelerle çok da büyük bir uyumsuzluğa düşmeden, yeniden üretilerek sürdürülmesi esas olmuştur.

         Ne var ki, bu yolla denetim altında tutulabilecekleri sanılan halk kitleleri içinde örgütlenerek güç kazanan ve sonuçta merkez-sağın denetiminden çıkan Sünnî akideye bağlı siyasî İslâm, 2002 Kasım`ında iktidarı almıştır.

2000`li yılların vaat ettiği gelecek...

         Amaçları, Sünnî esasları hem devlet yönetiminde hem de bireysel ve toplumsal hayatın her alanında yeniden hâkim kılmaktır.

         Siyasî önderleri ve kadrosunun ‘megalo ideası` Sünnî akideye bağlı bir ümmet coğrafyası üzerinde hâkimiyet kurmaktır.

         İktisadî sistem olarak kapitalizmle bir sorunları yoktur; ancak kapitalizmin dünya sisteminin yerel coğrafyadaki muhatabı İslâmî sermaye olacaktır.

...2000`li yılların vaat ettiği gelecek

         Böylesi bir toplum düzeninden sanayileşmiş bir toplum çıkmaz.

         Sırtlarını dayadıkları İslâmî sermayenin kültürü / bilgi ve deneyim birikimi buna yetmez.

         Kanıt ortada: 12 yıldır sürdürdükleri ekonomik faaliyetlerin esası, doğal kaynakların ve kamunun elindeki maddî varlıkların talanına; inşaat sektöründe yaratılan ranta ve ticarete dayanmaktadır...

Son söz yerine...

Çözüm?

         Böylesi bir geleceğe itirazı olanların örgütlü mücadelesindedir.

         Şu yasayı hiçbir zaman unutmadan: "Bölünerek çoğalmak yalnızca biyolojide geçerlidir..."

Bilim ve Sanat Adamı,

Değerli Dostum, Yoldaşım

Güney Gönenç`in

Anısına Sevgiyle, Saygıyla."

Aykut Göker`in sunumunun ardından izleyenlerin sorularının Aykut Gökar tarafından yanıtlanması ile Güney Gönenç Konferansı "Niçin Sanayileşemedik, Yenilikçi, Yaratıcı Bir Toplum Olamadık?" etkinliği sona erdi.

Aykut Göker‘in sunumuna kaynak olan kitabın pdf‘sine "H.Aykut Göker (2013), Yaratıcılık ve Yenilikçiliğin Kültürel Kökenleri ve Bizim Toplumumuz-Çözümleme Denemesi- II.Sürüm, 24 Haziran 2013) haberin devamından yer alan Dosyalar bölümünden ulaşabilirsiniz.

 

 

Dosyalar

(5875 KB)



“SANAL ÇALIŞANLAR GELİYOR” RPA: ROBOTİK SÜREÇ OTOMASYONU BAŞLIKLI WEBINAR DÜZENLENDİ

21.07.2023
 


Çok Okunanlar


ÜYELERİMİZ İÇİN ÜCRETSİZ UDEMY EĞİTİMİ: MÜHENDİSLER İÇİN YAPAY ZEKA ARAÇLARI

8. SAMSUN İNŞAAT FUARI DÜZENLENİYOR

İYİ BAYRAMLAR...

Okunma Sayısı: 317


Tüm Haberler

Sayfayı Yazdır



 
Oda aidatlarınızı kredi kartınızla güvenli bir ortamda ödeyebilirsiniz.
ÜYE HAKLARI VE GÜVENLİ AİDAT ÖDEME
 

COPYRIGHT © 2005-2024 TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI GENEL MERKEZİ
IHLAMUR SOKAK NO:10 KIZILAY/ANKARA
TEL: +90 (312) 425 32 72 (PBX) - FAKS: +90 (312) 417 38 18

KEP ADRESİ : emo.merkez@hs01.kep.tr

 
 
Key Yazılım Çözümleri A.Ş.