|
Geçtiğimiz yıl, yoğun özelleştirmelerin yapıldığı bir yıl oldu. Görünen o ki, özelleştirmeler tam gaz bu yıl da devam edecek. Köşemizde yazılacak konuların çokluğundan olsa gerek, özelleştirme konusuna fazla eğilemedik. İzninizle, ülkemizdeki özelleştirme uygulamaları üzerine birkaç hafta sürecek bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Bilindiği üzere 80’li yıllar, "her şey piyasa için, her şey piyasa sinyallerine göre" sloganıyla özetlenebilecek neoliberal politikaların hakim olduğu bir dönem. Kaçınılmaz olarak bu süreç, kamuyu yeniden yapılandırmakta. Çünkü kamu, eğer o piyasa sinyallerine göre davranmazsa, adına ne derseniz deyin, eğer o aktörler piyasayı yok sayarsa, "biz de onu yok ederiz" anlayışı hakim. Dolayısıyla, kamunun her türlü müdahale araçlarının, ya da müdahale alanlarının tasfiyesi söz konusu. "Hedef nedir? Ne olabilir?" diye baktığımız zaman, kamu ya da devletin üç müdahale alanından geri çekilmesinin istendiğini görüyoruz. Kamu öncelikle piyasa mallarının ticari mallar üretimden çekilmeli, bunun için KİT’ler özelleştirilerek ya da kapatılarak -kapatılması da mümkün, çok örneklerini de gördük Türkiye’deözel sermayeye yeni değerlenme alanları, yani kârlılık alanları açılmalı ve sermayenin vergide yeni yükler üstlenmesi engellenmeli, bir taşla iki kuş vurulmalı, tez bu. Bu ikinci politikaya niye ihtiyacı nız var? Yanıtlamaya çalışalım. Bilindiği üzere, özel sermaye grupları vergi yükünün zaman içerisinde artmasından rahatsızlar, yani emekçilerin yükü artıyor olabilir, ama kendilerin herhangi bir yük geldiğinde bundan rahatsızlar, bunun da teorisini çok güzel yapmışlar "arz yönlü iktisat politikaları" deniyor. Vergi oranlarını düşürerek, kurumlar vergisinde muafiyet ve istisnalar yaratarak sermayenin önü açmak. Vergi oranları düşerken vergi matrahı yükseleceği için, vergi gelirlerinde ciddi sıçrama yapılacağı beklentisi var. Hâlbuki İngiltere’deki Thatcher, Amerika’daki Reagan ve Türkiye’deki Özal örnekleri bize gösterdi ki, arz yönlü iktisadın bu politikaları, o arzu edilen sonuçları vermedi, inanılmaz bir şekilde vergi gelirleri (rezervleri) azaldı. Bu kayıplar, sermayenin vergi havuzuna katkı yapmaya zorlaması yönündeki baskıların artmasına neden oldu. Bu baskılardan kurtulmanın yolu özelleştirme idi. İşte özelleştirme, ayrıca bu gerekçeyle de savunulmuştur. Dolayısıyla, özelleştirmeyle hem yeni bir kârlılık alanı oluşturuyorlar, hem de sermayenin yeni bir vergi yükünü üstlenmesini engellemiş oluyorlar. Tabii, bu alanlardan kamunun çekilmesi bir başka açıdan da çok önemli... Niye derseniz? Bu alanlarda kamu üretici olarak varsa, bu ürünlere ilişkin politikalar da var demektir, ne demek bu? Hayvancılık politikası siz et süt üretiyorsanız var demektir, sanayi politikası siz sanayi üretiyorsanız var demektir, madencilik politikası siz madencilik üretiyorsanız var demektir. Şimdi, siz kamunun üretebilme olanağını ortadan kaldırdığınız zaman, otomatikman bu politikaları tasfiye ediyorsunuz demektir. Bu çok önemli, bu nokta hayati öneme sahip, yani, bu alanlarda devlet üretici olarak piyasaya giremediğinden, artık bu politikaları üretemiyor. Özelleştirmeye ilişkin sektörel düzeyde yapılmı ş çalışmalardaki somut örneklerden de görülüyor ki, özelleştirme sonrasında ticari malların üretildiği sektörlerde, ürün politikalarının artık devre dışı kaldığı anlaşılıyor. Niye böyle olduğunu açıklayalım. Bu tür malların üretildiği alanlarda sadece fiyatlarla ilgili bir regülâsyon, düzenleme (örneğin, tavan Şyatı belirlenmesi) yaparsanı z, tarihsel örnekleri gösteriyor ki, karaborsacılık çıkmakta. Bu durumda bütün sermaye grupları kazanmıyor, bir grup kazanıyor. Peki, ne yapmanı z lazım? Bu regülâsyonun yanı sıra, o olacak mutlaka, ama ayrıca o malların üretiminde devletin olması sağlanmalı, yani devlet et üretecek, tabii ki üretecek, devlet süt üretir mi? Hayır efendim tabii ki üretecek, bunu ben söylemiyorum, sermayenin kendi teorisi söylüyor, neoklasik iktisadı n, refah iktisadının kendisi söylüyor.
|
|
|