 |
Kapitalizmin yarattığı krizi Saray rejimi derinleştiriyor: Kapitalizmin yarattığı iklim krizi ve Saray rejiminin doğaya saldırıları; milyonları susuz, gıdasız ve her gün yeni felaketin yaşanacağı günlere sürüklüyor. Şirketlerin yarattığı ekolojik yıkımı halkın bireysel tüketici tercihleriyle düzeltmesi beklenemez. Tek çözüm ise kapitalist bu sistemle hesaplaşmak.
Hazırlayanlar: İlayda SORKU - Gökay BAŞCAN
Kapitalizm adeta yerkürenin altına koyduğu ocakla dünyayı ısıtıyor. Küresel sıcaklık artışları, aşırı hava olayları, kuraklık, orman yangınları ve seller dünyanın dört bir yanında yaşamı tehdit ederken, bu krizin arkasındaki yapısal sorunlar daha görünür hale geliyor. Bilim insanları, akademisyen, yaşam savunucuları, iklim krizinin yalnızca karbon salımıyla sınırlı teknik bir mesele olmadığını; doğrudan kapitalist üretim ve tüketim modelinden beslendiğini vurguluyor. Kar odaklı büyüme anlayışı, doğanın sınırlarını yok sayan üretim süreçleri ve fosil yakıtlara dayalı enerji politikaları, iklim krizini derinleştiriyor. İklim adaletsizliği ise krizin en trajik yüzü: Krizden en az sorumlu olan yoksul kesimler, en ağır bedeli ödemeye devam ediyor.
İklim krizi ile beraberinde gelen kuraklık, aşırı hava olayları, yangınlar aynı zamanda su ve gıda krizine yol açıyor. Ülke genelinde susuzluk hat safhaya ulaşırken sadece tarımsal sulama değil, barajlardaki doluluk oranı da krizin boyutunu gözler önüne seriyor. İklim krizini görmezden gelen AKP iktidarının planladığı şehirler en küçük fırtına ve sele teslim oluyor.
İklim krizine bağlı artan başta aşırı sıcak hava dalgaları olmak üzere ekstrem hava olayları insan sağlığını da doğrudan etkiliyor. Her geçen yıl sıcak çarpmalarına bağlı olarak ölen insanların sayısı artıyor.
Dünyayı felakete sürükleyen iklim krizi insan ve doğa yaşamını da yok ederken AKP iktidarı bu gerçeklikten uzak. İklim krizinin başlıca nedenlerinden sera gazlarına neden olan fosil yakıt santrallarına ve kirliliğe neden olacak projelere izinler verirken karbon yutak alanı olan ormanları da yok ediyor. Ormanları, ormancılık dışı faaliyetlere açan iktidar aynı zamanda her yıl hazırlıksız yakalandığı orman yangınlarını da seyirci kalıyor.
Alanında uzman isimler iklim krizinin nedenlerini; tarıma, insan sağlığına, şehirlere etkisini konuştuk.
DÜZENLE HESAPLAŞMADAN ÇÖZÜLMEZ Prof. Dr. Aykut Çoban`a iklim krizinin nedenlerini bu krizden çıkış yollarını konuştuk. "İklim krizinin nedeni ve çözüm yolları konusunda kabaca iki anlayıştan söz edebiliriz" diyen Prof. Dr. Çoban, "İlki, iklim sorununun nedenini emisyonların artışına ve çözümü emisyon muhasebesine indirgeyen ideolojik ve teknik bir anlayış. Buna göre sorunun çözümü, atmosfere bırakılan emisyonların ve atmosferden ormanlar, denizler vb. sayesinde emilen emisyonların dengelenmesinde aranır. Bu anlayış, var olan düzene toz kondurmaz, hatta çözüm diye önerdiği politika araçları da kapitalizmin düzenekleridir" dedi.
Bu düzeneklere ilişkin örnek veren Prof. Dr. Çoban, "Türkiye`de yeni çıkan İklim Kanunu`na da sokulan emisyon ticareti, şirketlerin emisyonlarını azaltması bahanesiyle halkın vergileriyle çeşitli teşviklerden yararlandırılması, uluslararası fonların şirketlere transferi, kurtuluş olarak gösterilen yenilenebilir enerji şirketlerinin çeşitli biçimlerde destelenmesi, sermayenin yağmaladığı ormanların yerini tutması olanaksız ağaçlandırma çabası… Bu yollarla iklim krizinin gerçek sorumlusu olan şirketler gözden saklanır, daha kötüsü ödüllendirilir. Buna karşılık emekçilere ve yoksul halka ‘karbon ayak izini` düşürmesi, A++ ürünler edinmesi, benzinli otomobil yerine elektrikli otomobil satın alması salık verilir. Böylece, sorumluluk sermayenin değil de geniş halk kesimlerinin üstüne yıkılırken çözüm yolları, kapitalizme uygun olarak hem bireyselleştirilir hem de yeni metaların üretimi ve tüketimi artırılmış olur. İklim politikasının sermayeleştirilmesi, ticarileştirilmesi, bireyselleştirilmesi yollarının iklim krizini çözmek bir yana derinleştirdiğini, otuz yıllık uygulamalar sonunda günümüzde yaşayarak deneyimliyor, gözlemliyoruz" ifadelerini kullandı. "İklim konusundaki ikinci kavrayış ise anti-kapitalist, bilimsel ve sosyalist yaklaşımdır" diyen Prof. Dr. Çoban, "Anti-kapitalisttir çünkü ekolojik yıkıma ve iklim krizine sermayenin, şirketlerin, kapitalizmin işleyiş yasalarının, kapitalist devletin sermayeyle işbirliği halinde işe yaramaz politikalarda diretmesinin neden olduğunu ilan eder. Bilimseldir çünkü altta yatan gerçek nedenleri ve sorumluları tarihsel olarak belirler, neden-sonuç ilişkilerini ortaya koyar, ekolojik ve iklimsel sorunları işe yaramaz bir muhasebe denkleştirmesiyle değil iktisadi-siyasal-ideolojik-ekolojik ilişkiler ve koşullar bağlamıyla ele alır. Sosyalisttir çünkü saptadığı gerçek nedenleri ortadan kaldıracak sosyalist çözüm yollarını önerir" diye konuştu.
İklim krizine karşı çözümün ancak kapitalizmin ve emek sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olduğunu söyleyen Prof. Dr. Çoban şu ifadeleri kullandı: "Ekoloji ve iklim sorunu, emek sömürüsünün (kârların) genişletilmesine yönelik olarak kapitalist üretimin, metalaştırmanın ve doğanın sermayeleştirilmesinin genişletilmesi nedeniyle oluşur. Çözümü de sermaye egemenliğini, metalaştırmayı, doğanın talanını geriletmek, nihayet emek sömürüsünü ve kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Örneğin bugün Türkiye`de sömürüyü, metalaştırmayı ve talanı geriletmek için, olabilen her iktisadi etkinlikte toplumsal mülkiyete dayalı üretim ve tüketimi yaygınlaştırmak üzere, temel gereksinim olarak gıda, su, elektrik, eğitim, sağlık, barınma, toplu taşıma, internet vb. hizmetleri meta olmaktan çıkarmak, toplumsallaştırmak ve ücretsiz sağlamak talebini haykırmak; şirketlere verilen her türlü desteği kesmek, ekolojik yıkımda sorumluluğu olan şirketleri cezalandırmak, faaliyetlerini durdurmak ve tüm bunları başarmak için örgütlü mücadeleyi yükseltmekle işe başlayabiliriz. Demek ki, doğanın ve iklimin yıkımı kapitalizmde emek sömürüsünün genişletilmesi nedeniyle oluştuğuna göre, yalnızca iklim hedefine odaklanmak yetersiz kalır, iklim mücadelesinin sınıf odağını da içermesi eşyanın tabiatı gereğidir. Dahası, iklim krizi ve emek sömürüsünün örtüşen çerçevesi, iklim ve işçi sınıfı mücadelelerinin bir arada hareket etmesinin ortak zeminini oluşturur. Hep birlikte sosyalist ve ekolojik mücadeleyi yükseltmek, yaşamın yıkımını önleyecek temel güvencedir."
ENERJİ TEKELLERİ VE EMPERYALİST BAĞIMLILIK KISKACINDA İKLİM KRİZİ İklim krizine neden olan başlıca sebeplerden biri de fosil yakıtlarla çalışan enerji santralları. Enerji ve iklim krizine ilişkin sorularımızı yanıtlayan Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Başkanı Mahir Ulutaş, "Fosil yakıtlardan hızla uzaklaşmamız ve emperyalist bağımlılık ilişkilerden kopuşun programatik adımlarını tanımlamamız acil bir zorunluluk" dedi.
Enerji, teknoloji ve finansal sistem üzerindeki tekelci kontrolün günümüz emperyalizminin ana dayanakları olduğunu hatırlatan EMO Başkanı Mahir Ulutaş, ABD merkezli emperyalist hiyerarşiyi tehdit eden gelişmelerin artık gizlenemez boyuta ulaştığını belirtti. Ulutaş, "Günümüz emperyalizmi Samir Amin`in parlak tespitiyle hegemonyasını temelde beş alandaki tekeli üzerinden sürdürüyor: Enerji başta olmak üzere doğal kaynaklara erişim, teknoloji, finansal sistem, kitle iletişim teknolojileri ve kitlesel imha araçları. Bugün bir yandan Rusya-Ukrayna savaşı dolayımıyla açığa çıkan petrol ve doğalgaz tedarikinin sürekliliği ile ilgili tartışmalar, yine aynı şekilde küresel finansal sisteme ve bankacılık yapısına karşıt olarak Çin ve Rusya`nın çeşitli girişimleri… Diğer yandan özellikle Çin`in yapay zekâ temelli yüksek teknolojilerde göstermiş olduğu atılım ve alternatif kitle iletişim araçları konusundaki ciddiye alınması gereken çabaları; ABD merkezli emperyalist hiyerarşiyi tehdit ve rahatsız eden gelişmeler olarak çıplak gözle dahi görülebilecek noktaya gelmiş durumda" ifadelerini kullandı. UYGARLIK KRİZİ Kapitalist, emperyalist sistem krizinin bir uygarlık krizi olduğuna dikkat çeken Ulutaş, "2008 küresel kriziyle beraber tarihsel ömrünü doldurduğu görülen neo-liberal birikim rejimi, büyük çaplı şirket kurtarmaların yarattığı suni teneffüse rağmen yeni bir ekonomik genişleme yaratamamıştır. Doğanın, kamu kaynaklarının ve temel altyapı hizmetlerinin özelleştirilmesi ve sermayenin talanına açılması dışında başka bir politika öneremeyen egemenler, artık emperyalist merkezlerde de işçi ve emekçi sınıfları ciddi bir yoksullaşmanın kucağına itmiştir. Üstelik hegemonya savaşlarının Avrupa`nın çeperlerine kadar gelmiş olması, kapitalist-emperyalist sistemin krizinin bir uygarlık krizi olarak adlandırılmasının hiç de abartı olmadığını göstermektedir" dedi.
Dünyanın fosil yakıtlardan vazgeçmesinin çok güç olduğunu belirten Ulutaş , "Kapitalizm ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana fosil yakıtlara göbekten bağlı bir sistem ve yarattığı tüm çevresel yıkım ve felaketlere rağmen fosil yakıtlardan vazgeçilemiyor. Tek tek kapitalistler yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapabilirler hiç kuşkusuz. Ancak bir bütün olarak kapitalist sistemin fosil yakıtlardan vazgeçmesi çok güç. Dünya Enerji Ajansı`nın ve enerji tekellerinin gelecek projeksiyonları elektrik üretimi hariç enerji alanında fosil yakıtlara bağımlılığın devam edeceğini net bir şekilde gösteriyor" diye konuştu.
SİSTEM İÇİN VAZGEÇİLMEZ "Bunun birbirini bütünleyen üç temel sebebi var" ifadelerini kullanan Ulutaş, "Her şeyden önce milyonlarca yıllık jeo-kimyasal bir sürecin sonucu olarak depolanmış ve yanma yoluyla kolayca açığa çıkabilecek hidrokarbon formunda büyük bir enerjiyi barındırdığı ve bu nedenle sermayenin genişletilmiş yeniden üretim döngüsüyle ‘büyüme için büyüme‘ zorunluluğu içindeki kapitalizm için bu rezervler vazgeçilmez durumda. Dahası tarihsel olarak fosil yakıtlar mümkün kıldığı fabrika formu aracılığıyla emeğin örgütlenmesi ve kontrolü için muazzam bir imkân sağlamıştır ve dağıtık yapılar ve enerji üretimi konusunda inkâr edilemez gelişmeler olsa da, büyük çaplı kitlesel üretim sistem için zorunlu; sermaye bugün de hiç olmadığı kadar merkezi. Son olarak diyebiliriz ki kapitalist uygarlık temelde bir petro-kimya uygarlığı; günlük hayatta kullandığımız pek çok malzeme petrol türevi. Devasa büyüklükteki bu sabit sermayenin tedricen de olsa dönüşümü kapitalist mantık açısından büyük bir açmaz" diye konuştu.
Mevcut düzende yenilenebilir enerji kaynaklarının da yeni bir çevresel felakete yol açabileceğine dikkat çeken Ulutaş, "Diğer yandan güneş ve rüzgar santrallerinin üretiminde halihazırda ihtiyaç duyulan nadir metallerin madenciliği de hem yeni bir jeo-politik denklem oluştururken aynı şekilde fosil yakıtlarla karşılaştırılabilir bir çevresel felaket riski taşımakta. Bu alanlarda da yeni gelişmelerin yaşanması çevresel felaketlerin azaltılabilmesi için yaşamsal bir zorunluluk. Bu arada birbiri ardına çevresel felaketler yaşanıyor; endüstriyel tarım ve hayvancılık insan ve hayvan popülasyonları arasındaki doğal bariyerleri yıkıp salgın hastalıklara yol açıyor; salgınlar, felaketler ve bölgesel savaşlar büyük çaplı göç dalgalarını tetikliyor; dünya savaşı ciddiye alınması gereken bir tehdide dönüşüyor; milliyetçilik ve faşizm toplumsal huzursuzluğu düzen içine örgütlemenin bir aracı olarak yeniden görünür formlara bürünüyor; 1 milyar insan temiz su ve gıdadan yoksun bir şekilde günlük işlerde ömür tüketiyor; milyarlar açlık ve yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor ama sermaye makinası işlemeye, tüketmeye, tüm doğal ve kültürel varlığı çiğneyip posasını çıkarmaya devam ediyor" dedi.
Ulutaş şöyle konuştu: "Sözün özü, artık geldiğini hepimizin çıplak gözle dahi fark ettiği felaketi ve dünya savaşını önlemek için yeni bir uygarlık inşası gerekiyor. Bunun için fosil yakıtlardan hızla uzaklaşmamız ve emperyalist bağımlılık ilişkilerden kopuşun programatik adımlarını tanımlamamız acil bir zorunluluk. Bu, her şeyden önce enerjide hızlı ve yaygın bir kamulaştırmanın beraberinde yatırımların, yenilenebilir kaynaklara, organik tarım, toplu taşıma, kamucu su politikaları, ücretsiz temel halk sağlığı, parasız ve bilimsel bir eğitim, gereksiz veya zararlı endüstrilerin azaltılması veya kapatılması için bir planlı bir ekonominin inşası anlamına geliyor."
KRİZİN GİRDABINDA SÜRÜKLENİYORUZ İklim krizi yalnızca sıcaklıkların artmasıyla açıklanacak bir mesele değil. Kuraklık derinleşti, şehirler kırılganlaştı, afetler büyüdü. Su azalırken yangınlar ve seller daha sık, daha yıkıcı hale geldi. Krizin en görünür etkilerinden biri de su kaynaklarının azalması. Türkiye, su zengini bir ülke değil; DSİ tarafından 2024 yılında yayımlanan verilere göre kişi başına düşen yıllık su miktarı yaklaşık bin 308 metreküp. Veriler, Türkiye`nin "su stresi" kategorisinde olduğunu ortaya koyuyor. Buna rağmen mevcut sistem ve tak adam rejimi sorunu büyütüyor. İklim Bilimci Prof. Dr. Nüzhet Dalfes, "Problemlerin başında su geliyor. Su kronik olarak ciddi bir problem ve bu problem iyileşmeyecek, kötüleşecek" ifadeleriyle tehlikeye dikkat çekti.
Türkiye`nin suyu israf eden bir ülke olduğunu belirten Dalfes, "Suyu bol değil ve tarımda suyu yanlış kullanıyor, israf ediyor. Vahşi sulama yapıyor. Çocuklar dişleri fırçalarken musluğu kapatsın meselesi değil bu. Biz tarımda suyu bu kadar çarçur ederken bu devede kulak kalıyor" dedi.
AFETLERİN YENİ ÇAĞI Kuraklık yalnızca susuzluk yaratmıyor; beraberinde yeni felaketler de getiriyor. OGM verilerine göre son 10 yılda yangın sayısı ortalamada yılda 2 bin 732‘ye yükselirken, her yıl yaklaşık 25 bin 762 hektar alan zarar gördü; Karadeniz`de sel olaylarının sıklığı arttı. Dalfes`e göre bu sadece başlangıç. Su krizinin ardından orman yangınları ve ekstrem su olaylarının artışına dikkat çeken Dalfes, "Sellerin görüleceği yerler olacak Karadeniz bölgesinde. Aslında geçmişte hiç olmayan şeyler olmayacak ama sıklığı artacak, büyüklüğü artacak. Önümüzdeki 30 yıl, geçmişteki 30 yıl gibi olmayacak" diye konuştu.
KIRILGAN ŞEHİRLER İklim krizini ağırlaştıran bir diğer etken, çarpık kentleşme. Türkiye`nin nüfusunun beşte biri İstanbul`da yaşıyor ve şehir ülkenin sanayisinin büyük bir bölümünü barındırıyor. Bu yoğunlaşma, afetler karşısında savunmasız bir yapı yarattı. Dalfes, bu tabloyu şöyle değerlendiriyor: "Bence İstanbul Türkiye Cumhuriyeti`nin en büyük hatası. Bu kadar endüstriyi, bu kadar insanı bir bölgeye yığmak demek, değişen iklim altında bu bölgenin çok daha kırılgan olması demek. İstanbul`a su temin etmek, İstanbul`u pis sudan kurtarmak, İstanbul`u çöpten kurtarmak çok büyük bir dert mesela."
Bu nedenle ekonomik faaliyetlerin ülke geneline yayılması gerektiğini vurgulayan Dalfes, "Bir şeyi bir ülkeye dağıtmak istiyorsan bunun yolu da kamyon taşımacılığı değil, demir yolu. Demir yolunun geliştirilmesi hem insan hem de mal taşımacılığı açısından çok akıllıca bir şey olur" ifadelerini kullandı.
GERİ DÖNÜŞSÜZ Sonuç olarak artık iklim krizini durdurmak mümkün değil; yapılabilecek tek şey etkilerini azaltmak. İnsanın iklimi değiştirdiğinin bilimsel bir gerçek olduğuna vurgu yapan Dalfes, sözlerini şöyle sonlandırdı: "Bu öyle bir şey ki, harekete geçmiş tren gibi. Mesela biz atmosfere artık bir tane molekül sera gazı atmasak bile, önümüzdeki yüzyılda deniz seviyesi 15-20 metre yükselecek. Demek ki başımıza büyük bir bela açtık, bunun ne olduğunun farkında olmamız lazım. Bununla nasıl yaşayacağımızı düşünmemiz lazım. Tabii aynı zamanda fosil yakıtlardan mümkün olduğu kadar kısa süre içerisinde vazgeçmek lazım." ÜRETİCİ KUŞATILMIŞ DURUMDA Türkiye`de tarım, iklim krizinin en sert darbeyi vurduğu alanlardan biri. Kuraklık, don olayları, sel baskınları ve aşırı sıcaklarla birleşerek üretimi çökme noktasına getiriyor. Üstelik mevcut tarım politikaları ve endüstriyel üretim biçimi, krizi daha da derinleştiriyor. Küçük çiftçi nefes alamaz hale gelirken gıda güvenliği her geçen gün daha büyük risk altında. İklim krizi ile tarım ilişkisini Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem ve Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Ziraat Fakültesi`nden Prof. Dr. Halim Orta ile konuştuk.
Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem, "Kuraklık her bölgede çok ciddi bir problem halinde gelişiyor. Ege bölgesinde toprağın nemi kalmamış halde. Bütün ülkeye yayılmış halde bir kuraklık meselesiyle her yaz karşılaşıyoruz ancak her yıl şiddeti artıyor" dedi.
Bu yalnızca yağışların azalmasıyla açıklanabilecek bir tablo değil. Tarım politikaları, krizi büyüten en önemli unsurlardan biri. Erdem, dayatılan endüstriyel tarım modeline ilişkin "Bugün yaşadığımız iklim krizinde bize dayatılmış olan tarım tarzının da etkisi var. Endüstriyel tarım tarzı aynı zamanda sera gazı salınımını fazlalaştırıyor. Toprağın karbon tutma özelliğini, karbon yutağı olma özelliğini de giderek ortadan kaldırıyor" ifadelerini kullandı.
HASAT KAYIPLARI: YENİ NORMAL Erdem tarımda yaşanan bu yılki tabloyu şöyle aktardı: "Don olayıyla çiftçiler geçmişten beri karşılaşıyor. Ama ülke çapında böylesine yaygın, yurdun her yerine vuran, bu kadar ciddi bir don Cumhuriyet tarihinde ilk defa yaşandı. Bu yıl hem kuraklık hem don olayları nedeniyle hasat döneminde beklenen hasat alınamayacaktır."
Türkiye`nin su krizinin görünmeyen yüzü, kullanılan tohum ve sulama politikalarında yatıyor. 2006`da çıkarılan yasa ile yerel tohumların satışı yasaklandı; bu da hibrit ve endüstriyel tohumlara bağımlılığı artırdı. Erdem, endüstriyel tarım tarzının en büyük özelliğinin, hibrit tohumların ve endüstriyel tohumların kullanılması olduğuna dikkat çekti. Bu tohumların çok fazla girdi ve çok fazla su istediğini belirten Erdem, "Bizim bu kadar fazla suyu kullanmamızın nedeni kullandığımız tohumların değişmesiyle de ilişkili. Onun için bizim yerel tohumlara dönmemiz gerekiyor. 2006 yılında bu yerel tohumların satışının yasaklanmış olması yerel tohumlarla üretim yapan üreticinin pazara ulaşımında problemler yaşamasına sebep oldu. Bizim yerel tohumlarımız kökü daha derine verdiği için toprağın nemini buluyor, o kadar suya ihtiyaç duymuyor" diye konuştu. PROBLEMLER SÜRECEK Su yönetiminde yapılan baraj yatırımlarının da tabloyu ağırlaştırdığını vurgulayan Erdem, şöyle dedi:
"Barajların aynı zamanda iklimi de geçmişteki o geleneksel öğretim tarzını da ortadan kaldıran ve bölgedeki ekolojik yapıyı bozan özellikleri var. Ama biz yaygın olarak çok fazla baraj yapmış haldeyiz. Bu bütün dünyanın problemi, susuzluğun yaşanmasında önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Sadece birim alandan en fazla ürünü alma derdi içerisinde gıdayı metalaştırdığımız sürece bu problemleri daha büyük oranda yaşayacağız."
SON AŞAMADAYIZ Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi`nden Prof. Dr. Halim Orta ise, iklim krizinin ulaştığı eşiğin "sosyoekonomik kuraklık" olduğuna dikkat çekti.
Türkiye, artık yalnızca meteorolojik ve tarımsal kuraklığı değil, bu kuraklığın toplumsal ve ekonomik etkilerini yaşıyor. Meteorolojik, hidrolojik ve tarımsal kuraklık aşamalarının yaşandığını aktaran Orta, şöyle konuştu: "Biz ilk üç aşamayı tamamladık, sosyoekonomik kuraklığı yaşıyoruz. Bu da nüfusu ve sanayisi yoğun bölgelerde çok daha sert hissedilen bir aşama oluyor. Küresel iklim değişikliği kamuoyunda genellikle kuraklık olarak algılanıyor. Halbuki bu hikayenin sadece başlangıcı. Bu hikaye bu senaryo ile başlıyor ama don, seller, işte orman yangınları, fırtınalarla devam ediyor."
ÜRETİCİNİN TAKATI KALMADI Bu tablo yalnızca verimi değil, üreticinin gücünü de tüketiyor. Ülkedeki üretimin zora girdiğine dikkat çeken Orta, "İnsanların üretme takatları kalmamaya başladı. Dolayısıyla bu hem çeşitte hem kalitede hem de miktarda çok ciddi düşüşlere sebep olacaktır" dedi.
Orta, çözümün yalnızca üreticiye bırakılacak basit önlemlerle sağlanamayacağını ise şu sözlerle vurguladı:
"Örneğin vahşi sulama yönteminden vazgeçin, damla sulama uygulayın demekle üretici bunu uygulamıyor. Bu durumda özellikle devlet eliyle yapılması gereken kısımlar oldukça fazla. Halk eliyle yapılması gereken kısımlar fazla. Hatta yerel yönetimlerin de sorumlulukları var. Ancak el birliğiyle para harcayarak, kafa yorarak, emek vererek ve reel politikalarla, sahaya atletmiş uygulamalarla bu iş çözümlenebilir. Toprağını ve suyunu koruyamayan hürriyetini ve zürriyetini de koruyamaz." KENTLER ISI ADASINA DÖNERKEN İklim krizinin yakıcı etkilerinin en çok hissedildiği yerlerden biri de milyonların yaşadığı kentler. Sel, kasırga gibi aşırı hava olayları altyapısı hazırlıksız kentleri yok ederken bu olayların sıklığı ve etkisi her geçen yıl artıyor. Ülke nüfusunun yüzde 93`ünün yaşadığı kentlerin, toplam sera gazı emisyonlarının büyük bir kısmını ürettiğini hatırlatan Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Berna Balcıoğlu, "Bu yoğunluk, kâr ve büyüme odaklı politikaların şekillendirdiği plansız yapılaşmayla birleşince, kentler hem iklim krizine neden olan merkezlere hem de krizden en ağır şekilde etkilenen alanlara dönüşüyor. Yeşil alanların tahrip edilmesi, geçirimsiz yüzeylerin yaygınlaşması, betonlaşma ve ulaşım politikaları nedeniyle kentler birer ısı adasına dönüşüyor. Üstelik kentlerde çok fazla araba, klima, bina ve insan olduğu için sürekli ekstra ısı üretilir. Çarpık kentleşme ile sık ve yüksek binalar rüzgarın içeri girmesini zorlaştırır. Böylece bazı alanlara hapsolan ısı birikir ve kentler çevresine göre çok daha sıcak olur. Buna ‘kentsel ısı adası` denir. Bu etki öylesine büyüktür ki yapılan çalışmalar kentsel alanlardan kırsal alanlara gidildikçe yer yüzeyi sıcaklığının 3 dereceye kadar düştüğü tespit edilmiştir. Buna nem ve rüzgar gibi diğer faktörleri de eklersek hissedilen sıcaklığın daha fazla düşmesi muhtemeldir" dedi.
İklim krizinin etkilerinin artık sadece senaryolarda olmadığını belirten Balcıoğlu, "İstanbul gibi büyük kentlerde artık yazlar daha sıcak, yağışlar ise daha düzensiz. Bir yandan kuraklık ve su krizleriyle karşı karşıyayız; diğer yandan altyapısı yetersiz kentler, birkaç saat süren yağmurda bile sele teslim oluyor. Ayrıca yaz aylarında sıklığını ve şiddetini giderek artıran sıcak dalgaları halk sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor. Aynı risk, İstanbul gibi kentlerde özellikle yaşlı, hasta, düşük gelirli insanlar için her geçen gün büyüyor" ifadelerini kullandı.
SİSTEM SÜRDÜRÜLEMEZ Bu kentsel kırılganlıkların temelinde, doğayı ve toplumu hiçe sayan piyasa odaklı kentleşme politikaları yatıyor" diyen Balcıoğlu, "Kentleri iklim krizine dirençli hale getirmek, ancak bu politikaları değiştirmekle mümkün olabilir. Bugün sermayeye rant alanı yaratan her ‘kentsel dönüşüm` projesi, aslında kentleri doğadan koparan, halkı yerinden eden ve iklim krizini derinleştiren birer araçtır. Oysa gerçek bir dönüşüm, doğayla uyumlu, kamu yararını esas alan ve tüm canlıların yaşam hakkını gözeten bir anlayışla mümkün olabilir" dedi.
Yapılması gerekenleri sıralayan Balcıoğlu, "İklim krizine dirençli kentler için öncelikle doğanın bütünlüğünü yok sayan büyüme odaklı kent politikalarına son verilmesi gerekiyor. İklim krizine dayanıklılık, gökdelenlerle, AVM`lerle, otoyollarla değil; ekosistemlerin korunmasıyla, suyla, toprakla, kamusal alanla kurulur. Kentlerin doğanın bir parçası olduğu unutulmadan; onunla uyum içinde var olmayı hedefleyerek inşa edilmesi gerekir. Her sağanak yağmurda sular altında kalan mahalleler, her sıcak dalgasında yaşanmaz hale gelen beton semtler, bu sistemin sürdürülemezliğini gözler önüne sermektedir. Bu yüzden, suyu tutan geçirgen yüzeyler, doğal yeşil alanlar, yağmur suyu hasadı gibi doğa temelli çözümler kentlerin asli unsurları haline getirilmelidir" diye konuştu.
Kentlerde yaşayan nüfusun tüm bu nedenlerle iklim krizinin olumsuz etkilerine karşı daha kırılgan olduğuna dikkat çeken Balcıoğlu, "Üstelik gelir eşitsizliğinin giderek daha çok derinleştiği günümüzde kent yoksulları, engelliler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+`lar gibi toplumsal olarak daha fazla dışlanan ve afetler karşısında daha savunmasız grupların; seller, fırtınalar, sıcak hava dalgaları ve artan sağlık riskleri gibi etkilerden korunması bir lütuf değil, iklim adaletinin temel bir gereğidir" diye konuştu. KİRLETEN ETKİLENMİYOR irletenin zengin ama iklim krizinin en çok etkilendiği kesimin yoksullar olduğunu hatırlatan Balcığlu şöyle konuştu: "Küresel nüfusun en zengin yüzde 10‘unun emisyonların yaklaşık yarısını, gelir ve servet dağılımı bakımından en üstteki yüzde 1‘in toplam emisyonların yüzde 17‘sini, nüfusun en yoksul kesimi olan yarısının ise küresel emisyonların yüzde 12‘sini yaydığını gösteriyor. Bu nedenle, kentlerde yürütülecek iklim politikaları; eşitsizlikleri azaltan, iklim krizine kendisi neden olmazken krizin olumsuz etkilerine en çok maruz kalan kesimleri önceleyen ve herkes için güvenli bir yaşam alanı inşa etmeyi hedefleyen iklim adaleti temelli yaklaşımlarla şekillendirilmelidir. İklim krizini şiddetlendiren, halkın sırtına yük bindiren, enerji şirketlerinin kârını önceleyen fosil temelli enerji sistemlerden çıkmalı; yerel ve adil enerji çözümleri geliştirilmelidir. Örneğin kentlerin çatıları güneş panelleriyle donatılabilmeli; enerji yoksulluğu yaşayan haneler desteklenmelidir. Aynı şekilde, yalıtımı olmayan binalar, halkın cebinden çıkan faturalara değil, kamunun sorumluluğuna yazılmalıdır. Kent içi ulaşımda, bireysel araçlara dayalı sistemlerden çok güvenli, erişilebilir ve yaygın toplu taşıma önceliklendirilmelidir. Su, barınma, serinleme, yeşil alanlara erişim gibi temel ihtiyaçlar birer piyasa hizmeti değil, en temel yaşam hakkıdır. Bu yüzden kamusal su altyapıları güçlendirilmeli; parklar, kent ormanları ve yeşil alanlar özelleştirilmekten korunmalı; her semt, her mahalle eşit oranda doğaya erişebilmelidir. Kente gömülen her metrekare beton, aslında halktan çalınan nefes alanıdır. İklim krizine karşı dirençli kentler yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar için güvenli olmalıdır. Sokak hayvanlarını, böcekleri, kuşları, endemik bitki türlerini korumayan bir kent anlayışı, bugün kentlerimizi yaşanmaz hale getirmiştir."
HALK SAĞLIĞI DA TEHLİKEDE klim krizi yalnızca çevresel değil, doğrudan halk sağlığını tehdit eden bir kriz. Artan sıcaklıklar, değişen yağış rejimleri ve ekosistemlerdeki bozulmalar; salgınlardan ruhsal bozukluklara kadar geniş bir sağlık sorunları zincirini tetikliyor.
Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa, krizin sağlık üzerindeki etkilerini şöyle özetledi: "Bulaşıcı hastalıklarda, sıtma gibi vektör üreme alanlarında ve şekillerinde değişikliklere bağlı vektörle bulaşan hastalıklarda artış gözlenme riski artmaktadır. Ayrıca yabanıl yaşama giderek daha çok müdahale ve hava sıcaklığında artışa bağlı zoonoz denilen hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklarda artış söz konusudur. Bunun en tipik örneği Covid-19 salgınıdır."
İklim kuşaklarındaki kaymanın, yalnızca hastalıkların değil, göçlerin de artmasına yol açtığına değinen Karababa, "İklim krizi nedeniyle iklim kuşaklarında kayma nedeniyle yaşama koşulları zorlaşan bölgelerden kuzeye doğru insan göçü iklim mültecileri kavramını doğurmuştur. Giderek zorlaşması beklenen yaşam koşulları nedeniyle göç eden insan sayısında artış ve bu artışa bağlı sosyal, ekonomik, güvenlik sorunları yaşanmaya başlamış olup ve bu sorunların giderek artması beklenmektedir." PESTİSİTLERİN BEDELİ te yandan tarımda kuraklığın artmasıyla birlikte kullanılan pestisit miktarı da yükseliyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre yılda 5 milyon insanın istemsiz zehirlendiğini ve 2 milyon insanın da intihar amacıyla aldığını belirten Karababa, "İnsan sağlığı açısından zararsız bir pestisit bulunmamaktadır. Bir diğer söylemle tüm pestisitler (tarım zehirleri) insanlarda farklı sağlık sorunlarına neden olurlar. Pestisitler sentetik kimyasallar olup uygulama alanlarında ve doğada çok uzun süreler bozunmadan kalabilirler. Doğal parçalanma süreçlerinden etkilenmezler ve özgün kimyasal yapısından daha toksik metabolitler oluşturabilirler. İnsan bedeninde birikim etkisine sahiptirler. Plasenta aracılığıyla fetusa ve anne sütü aracılığıyla bebeğe aktarılabilirler" dedi.
Uzun vadede bu kimyasalların etkileri de ağır. Karababa, pestisitlerin uzun vadeli etkilerini şöyle sıraladı:
• Kanserler (Non-Hodgkin lenfoma, lösemi, multiple myeloma, karaciğer kanseri, testis kanseri, beyin kanseri, akciğer kanseri),
• Genetik malzemeyi bozucu etki ve buna bağlı doğumsal anomaliler
• Nörotoksisite (sinir sistemi üzerinde) olumsuz etkiler,
• Üreme üzerindeki istenmeyen etkiler,
• Bağışıklık üzerinde baskılayıcı etkiler,
• Salgı sistemi üzerinde olumsuz etkiler (endokrin bozucu pestisitler).
EKO-ANKSİYETE klim krizi yalnızca bedensel değil, psikolojik sağlığı da tehdit ediyor. Özellikle gençler arasında hızla artan "eko-anksiyete" kavramı, iklim değişikliğinin geleceğe dair yarattığı belirsizlikten besleniyor.
Eko-anksiyetenin endişe, suçluluk ve üzüntü gibi olumsuz duyguların bir karışımı olarak değerlendirilebileceğini aktaran Karababa, "Kişinin yaşadığı ortamda veya iklim krizi gibi evrensel çapta gerçekleşen çevre sorunlarına yönelik endişeleri, ne yapması konusunda emin olamadığı, ekolojik tehditlere ve zorluklara nasıl tepki vereceğini bilemediği veya tepkilerinin sonuç getirmeyeceğini düşündüğü durumlarda hissettiği duygu durumu olarak değerlendirilebilir" dedi.
Araştırmalar, iklim krizinin doğrudan bir tehdit algısı oluşturduğunu gösteriyor. İklim değişikliğinin, hayatta kalmaya doğrudan tehdit oluşturan bir güç olarak algılandığına işaret eden Karababa, şöyle konuştu: "Helm ve arkadaşları, 2018 yılında algılanan tehditlerin zihinsel refah üzerindeki rolünü incelemek üzere bir çalışma yürütmüş ve iklim değişikliğini ciddi bir tehdit olarak gören kişilerin kaygı, depresyon ve diğer sıkıntı biçimlerini yaşama olasılığının daha yüksek olduğunu bulmuşlardır. Bu etki, iklim değişikliğinin uzun vadeli etkisi etrafındaki belirsizlik duygusundan daha da etkilenmektedir. Bu "belirsizlik", bireylerin çevresel felaketlerle işaretlenmiş bir gelecek olasılığıyla başa çıkmaya zorlanmasıyla ortaya çıkan varoluşsal korku duygusuyla belirginleşmektedir."
ORMANLARI AKP YUTUYOR! İklim krizine karşı mücadelede en büyük silahlardan biri karbon yutağı olan ormanlar. Kapitalist sistem ve güdümündeki AKP, iklim krizine karşı adım atmazken mücadele araçlarını da bir bir yok ediyor. 2015-2024 yılları arasında başta maden ve enerji tesisleri olmak üzere ormanlar üzerinde 51 bin 409 projeye izin verildi. Bu izinlerle birlikte 10 yılda toplam 340 bin 915 hektar ormanlık alan yok edildi. Ormanları sermayeye peşkeş çeken iktidar uzun yıllardır yangınlar karşısında çaresiz. Yangın riskini artıran; ormanlarda yapılaşma, iklim krizi ve birçok unsuru görmezden gelen iktidar söndürme çalışmalarında da başarısız oldu. Bu başarısızlık OGM verilerine de yansıdı. Yine 2015-2024 yılları arasında 24 bin 911 orman yangını çıktı ve bu yangınlarda 257 bin 622 hektar alan kül oldu.
Böylece 2015-2025 yılları arasında hem sermayenin kullanımına açılarak hem de yangınlarda toplam 598 bin 537 hektar ormanlık alan yok oldu. Bu alan İstanbul`un yüzölçümünden daha büyük.
Yıllara göre yanan orman alanı (ha):
• 2015: 3 bin 219
• 2016: 9 bin 156
• 2017: 11 bin 993
• 2018: 5 bin 644
• 2019: 11 bin 332
• 2020: 20 bin 971
• 2021: 139 bin 503
• 2022: 12 bin 799
• 2023: 15 bin 520
• 2024: 27 bin 485
Yıllara göre ormanlarda verilen izinler (ha):
• 2015: 46 bin 855
• 2016: 42 bin 393
• 2017: 56 bin 929
• 2018: 25 bin 192
• 2019: 24 bin 234
• 2020: 48 bin 524
• 2021: 34 bin 449
• 2022: 21 bin 553
• 2023: 17 bin 733
• 2024: 23 bin 53
KURAK REJİM Krizin derinleşmesiyle birlikte su kaynakları da birer birer tükeniyor. Son 60 yılda Türkiye‘deki 240 gölden en az 186‘sı tamamen kurudu. Eğirdir gölü, Eber gölü, Akşehir gölü, Bafa gölü, Beyşehir gölü, Burdur gölü, Çavuşçu gölü, Karamık gölü, İznik gölü, Ulaş gölü, Sapanca gölü, Sülüklü göl ve Seyfe gölü ise kuruma tehlikesiyle karşı karşıya.
Göller kuraklık ve kirlilik tehdidiyle günden güne çekilirken barajlar da alarm veriyor. İzmir‘in ana su kaynağı Tahtalı Barajı‘nda doluluk oranı yüzde 8‘e gerilerken Gördes Barajı yüzde 0,08 ile adeta kurudu. İstanbul`da sıcak ve yağışsız günlerin ardından barajlardaki doluluk oranı hızla düşmeye başladı, ölçülen ortalama doluluk oranı yüzde 50 oldu. Alibeyköy, Büyükçekmece, Sazlıdere, Istrancalar, Kazandere ve Papuçdere baraj gölü havzalarında doluluk oranı yüzde 50‘nin altına indi. Ankara‘da ise barajların doluluk oranı son bir yılda yarıdan fazla azaldı. ASKİ verilerine göre, toplam doluluk oranı yüzde 21`e, aktif doluluk ise yüzde 10`a geriledi. Bursa`da ise ortalama baraj doluluk oranı yüzde 24 oldu. Muğla Bodrum‘un su ihtiyacını karşılayan barajlardan Mumcular‘da doluluk yüzde 27 olurken Milas Geyik‘te yüzde 43 ölçüldü. Maden şirketlerinin delik deşik ettiği Kazdağları`ndan beslenen Bayramiç Barajı‘nda ise mayıs ayında yüzde 83 olan su seviyesi yüzde 40‘lara kadar geriledi. Son 65 yılın en kurak yılının yaşandığı Hatay`da kentin içme suyunu sağlayan Karaçay Barajında doluluk oranı yüzde 16`ya düştü.
Kentlerde artan su krizine karşı tasarruf çağrıları öne çıktı. İzmir`de dün itibarıyla her gün gece saatlerinde, planlı ve dönüşümlü su kesintilerine başlandı. Kentin çeşitli mahallelerinde gece 23.00`te başlayan su kesintileri 05.00`e kadar sürdü.
|
 |
 |
Çok Okunanlar |
|
EMO`DAN ELEKTRİK, ELEKTRONİK, HABERLEŞME, KONTROL, OTOMASYON VE BİYOMEDİKAL MÜHENDİSLİĞİNİ TERCİH EDECEK ÖĞRENCİLERE ÖNERİLER
TURKIYE ELEKTRIK ENERJISI ISTATISTIKLERI TEMMUZ 2025 YAYIMLANDI
MÜHENDİS ADAYLARINA MESAJ: ARAMIZA HOŞ GELDİNİZ
KAMUDA ÇALIŞAN MÜHENDİS, MİMAR VE ŞEHİR PLANCILARI SEFALET ÜCRETİ DEĞİL HAKLARINI İSTİYOR!
SADECE BİR SAHTECİLİK DEĞİL, BİR UTANÇ TABLOSU
EMO İSTANBUL ŞUBESİ’NDEN MESLEK TANITIM SERİSİ
NÜKLEER KARŞITI PLATFORM: HİROŞİMA KATLİAMININ 80. YIL DÖNÜMÜNDE, NÜKLEER TEHLİKESİZ BİR GELECEK İÇİN HEP BİRLİKTE!
NÜKLEER KARŞITI PLATFORM: HİROŞİMA KATLİAMININ 80. YIL DÖNÜMÜNDE, NÜKLEER TEHLİKESİZ BİR GELECEK İÇİN HEP BİRLİKTE!
JEOTERMAL İÇİN DE TEŞVİK İSTEDİLER (YENİ YAŞAM, 15.08.2025)
SAHTE DİPLOMALAR HAYATİ MESLEKLERİ TEHDİT EDİYOR (SÖZCÜ GAZETESİ, 11.08.2025)
|
|